savaş
[Alm. Krieg ] [Fr. guerre ] [İng. war ] [Es. T. harb ]
Tanımı. Savaş nedir? İnsanlar arasındaki herhangi bir mücadele türü müdür? Yoksa insanlar arasındaki her tür silahlı şiddet kullanımının mı adıdır? Ya da antropolojik bir varsayım olarak “insan doğasına” içkin bir “hal” midir? Şüphesiz insanlar, topluluk olarak sürekli antagonizmalar üretirler. Bu antagonizmaları ortadan kaldırma ya da onları “sıfırlama” arzusu ciddi anlamda bir imha edici şiddet pratiğini davet eder. İnsanların antagonizmalar üreten varlıklar olmasını dolayımsızca insana içkin bir savaş tezine bağlayamayız. Hatta doğadaki ve insanlar arasındaki her tür mücadele biçimine savaş adını da veremeyiz. Savaş, her şeyden önce, insanların toplumsal ve politik olarak örgütlendiği, kendilerini politik anlamda var ettiği bir tarihsel uğrağın ürünüdür. İnsanın “ikinci doğasını” yok sayarak bir savaş kavrayışı geliştirmek mümkün görünmemektedir.
Savaş ve uygarlık. İnsani kültürün bir üretimi ve yeniden üretimi olarak savaşın bu yüzden barbarlığa ait olduğu tezi de geçersiz bir retorik olmanın ötesine geçemez. Gelişmiş bir uygarlığın savaşsız varlığını sürdürebileceğine dair iyimserlik yirminci yüzyılın başından itibaren ortadan kalkmıştır. Bunun da ötesinde “uygarların” hem savaş yapma sayısında hem de zafer sayısında müthiş bir ivme artışı söz konusudur. “Demokratlar” ve “uygarlar” savaşmayan topluluklar değillerdir. Bu sebeplerden dolayı savaşı insanın kendisiyle, çevresiyle ve doğayla olan mücadelesine indirgemeden kültürel ve politik özellikleriyle anlamak gerekir.
Savaş, ancak insanı insan yapan dolayımlarla düşünülebilir. Savaş, Clausewitz’in deyişiyle her zaman için bütün “bukalemun” gibi dönüşümleriyle insanın kolektif yaşamının bir etkinliğidir. Savaş, yalın bireylerin savaşı değildir, belirli kolektivitelere ait yurttaşların ya da askerlerin savaşıdır. Uygarlık da akıl da savaşın karşıtı değildir. Savaşı barbarlıkla, uygarlığı da barışla eşleştirmek doğru bir kavrayış sunmaz. Uygarlık ve akıl, savaşın yüzeylerini çeşitlendirme, onun şiddetini artırma konusunda ciddi etki etmiştir. Bu bağlamda savaşı insanlık dışı ilan etmenin ahlaki konformizmi, savaşı insansızlaştırarak insanın politikliğine büyük bir darbe vurmaya girişir. Sonucunda dünyadan ne şiddet ne de silahlı çatışmalar azalır.
Çağdaş dönemde savaş. Oysa savaş tanımı gereği örgütlü, amaçlı bir şiddet eylemi iken “somut” ve “tanınmış” düşmanlar arasındaki ilişkiye gönderme yapar. Tanınmış düşman, düşmanının kendi varoluşunu kurma tarzlarını içerir. Düşmanını insanlık adına insanlıktan men etme, onu Yasanın dışına itme eğilimleri ise savaşın politikliğini sınırsız şiddet pratiklerinin ikamesine yol açmaktadır. Yirminci ve yirmibirinci yüzyıl savaşlarının yönünü kaybetmesi, pusulasızlaşması somut ve tanınmış düşmanla oluşturulan politik ilişkilerin (ki savaş da bu ilişki biçimlerinden bir tanesidir) kaybedilmesi yerini politika dışı faillerin sahnede etkili olduğu politika dışı amaçların daha belirleyici olduğu bir şiddet hallerine bırakmıştır.
Savaş, politik birlikler arasındaki ilişkisinin kalkması değil aksine başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaşın bu ilişkiselliği, çağdaş dönem savaşlarında giderek yerini nefretin dolayımsızlığına bırakan politik mantık dışında başka tip mantıkların hakim olduğu şiddet hallerine bırakmaktadır. Savaş, başı ve sonu olan, savaşan tarafların arzuladığı bir barışı gözeten bir fenomen iken artık çağdaş dönemde başı ve sonu olmayan semptomatik bir dönüşüme tabi olmuştur.
Savaşın politikliğine dair bu yitim kendisini en çok hukuk alanında gösterir. Rousseau ve Hegel’i izleyerek hukuku şeylerin doğasına ya da düzenine aykırı olmayan normatif bir işleyiş olarak tanımlarsak, her tür ulusal ya da uluslararası yasa kodifikasyonunu hukukla özdeşleştirmemiş oluruz. Mevcut şiddet halleri ya da yönsüzleşmiş savaşları uluslararası hukukun “ihlali”, “insanlığa karşı işlenmiş suç”, “barbarca bir eylem” ya da “tasarlanmış cinayet/savaş” gibi ahlaki-liberal sentakslı bir okumaya tabi tutmaktansa hukuk kuramayan ve küreselleşmiş fenomenler olarak kavramak süreçlerin niçin daha fazla yıkıcı olduğunu düşünmek için gerekli felsefe figürlerini davet etmektedir.
Savaş, barış ve yönsüzleşmiş savaşlar. Savaşlar dönüşürken barış yapma biçimlerinin de dönüşmemesi imkansızdır. Barış fikrini savaş fenomeni ve onun dönüşümünden ayırt etmek de bir ciddi kavramsal sorundur. Örneğin Raymond Aron’un “savaşçıl barış” (paix belliqueuse) terimiyle nükleer çağda barışın mevcut yıkıcı silahların simetrisine bağlı olmasının altını çizmesi, kafamızdaki huzurlu barış imgesini yerinden etmelidir. Amfibolik bir biçimde yeni figürleri geliştirilecek fikirlerle “hümaniteryen” bir safsata üretme olasılığımız artmaktadır. Savaşın devletin tekelinden çıkmasını, şiddetin özelleştirilmesini, asimetrinin artmasını ve hukukun gri alanlarının giderek artmasını düşüncede gözetmek gerekir. Yönsüzleşmiş yeni savaşlar eski savaşların mantığını ve tarzlarını bütünüyle ortadan kaldırmamaktadır. Kısmi olarak modern dönemin devletlerin karşılık tanınmasına dayalı savaşlarını yok etmektedir; ancak bu kısmi yok ediş gri alanları artırmaktadır. Yeni savaşlar eskilerin mantığıyla birlikte, onların mantığına karşı ve kendi mantıklarıyla yeni bir çatışma alanı açmaktadır. Savaşın yönsüzleşmesinin faturası, bütün yerküreye sınırsız şiddet hallerinin saçılması olmaktadır.
İç savaşın küreselleşmesi olarak tanımlanabilecek bu süreç, politik dünyaların, finansal despotizmin hakim mantığı lehine bir dünya idaresine dönüşmektedir. Savaşın hukuken yasaklandığı ancak yerkürede tamamının silahlı çatışma ve askeri operasyonların hiç dinmediği bir şiddet mekanizması bu dünya idaresinin sonuçlarıdır. Güvenlikçi ideoloji sınırsız şiddetten politik antagonizmaların iletişimine bir geçişi sağlamaktansa onu pekiştirmektedir. O halde günümüz dünyasında yönsüzleşmiş savaşları ihlal ve sınır aşımı olarak değerlendirecek bir hukuki mekanizma çoktan aşınmıştır. Artık kimse savaşa sınır ve ad verme kabiliyetine sahip değildir. Bu durumda felsefenin görevi genel bir “savaş felsefesi” sunmaktan ziyade kavramları operasyonel olarak kullanarak “teori” üretmekten kaçınmaktır. Başka bir deyişle felsefenin görevi yönsüzleşmiş savaşların bir teorisini sunmakta değil, Castoriadis’in deyimiyle onun üzerine yargıda bulunmaktadır: Yargı ne bilgiye ne de iradeye rakiptir. Savaş üzerine yargıda bulunmak, savaşın ne olduğunu kendi başına belirlemediği gibi savaşın dönüşümleri üzerine de entelektüalist bir etkide bulunma yanılsamasını da üretmez. Sonuç olarak savaş fenomenine dair yönsüzleşmiş savaşların yeni yönelimleri hakkında operasyonel kavramlarla yargı üretmek felsefenin eleştirel konumunu verecektir. Felsefe ya da politik felsefe ancak bu sayede fiiliyat ile hakikat arasındaki ilgiyi keşfedebilir.
KAYNAKÇA
Kardeş, M. Ertan Yönsüzleşmiş Savaş, Politik Felsefenin Bir Sınır Meselesi olarak Savaşa Dair, İstanbul: Pinhan, 2019.
Yazar : M. Ertan KARDEŞ (İstanbul Üniversitesi)