Foucault, Michel

1926-1984 yılları arasında yaşamış, 20.yy’ın önde gelen Fransız filozofu.

Yaşamı. Fransa’nın Poitiers kentinde, 15 Ekim 1926 tarihinde dünyaya gelen Foucault, ilk ve orta öğreniminden sonra girdiği, Ecole Normale Supérieure’den yirmi üç yaşında felsefe öğretmeni olarak mezun olur; üniversitede psikoloji öğrenimi de aldığından, kısa sürede felsefeden soğuyup psikopatolojiye yönelir. Bu alanda ilk kitabı olan Maladie mentale et psychologie (Psikoloji ve Ruhsal Hastalık) 1954’te yayınlanır. Düşünce hayatında, Foucault’yu en çok etkileyen filozofun Nietzsche olduğunda kuşku yoktur. Arkeolojinin tarihten yararlanması Nietzscheci bir soykütüğü ile ilintili olmakla birlikte, Nietzsche gelecekteki bir arkeolojik düşünce için hazır bir araç sunmamış, ama bu düşünce için gerekli olan zemini hazırlamıştır. Bu eserden sonra, aynı çözümleme programının içinde yer alan eserler olarak Naissance de la clinique- une archéologie du regard médical (Kliniğin Doğuşu- tıbbî bakışın arkeolojisi, 1963), Les Mots et Les Choses- une archéologie des sciences humaines (Kelimeler ve Şeyler- insan bilimlerinin arkeolojisi, 1966) ve L'archéologie du Savoir (Bilginin Arkeolojsi, 1969) arka arkaya yayınlanarak Foucault’ya hakettiği ünü kazandırırlar. 

Felsefesi. Batı’da felsefe öteden beri bilginin kaynağı konusuyla ilgili olarak temelde birbirinden farklı olan iki ayrı kanalda varlığını sürdürür: Ada’da empirizm, Kıta’da rasyonalizm. Yirminci yüzyılda da buna benzer bir biçimde, Ada’da Russell, Wittgenstein, Ayer, Ryle, Austin ve Quine gibi düşünürler tarafından empirizmden beslenerek gerçekleştirilen felsefe, çözümleyici dil felsefesi niteliğini taşırken; Kıta’da, yani Almanya ve Fransa’da daha çok teoriye, tarihe ve edebiyata yönelmek suretiyle farklı bir yol izler. Kıta Avrupasında çağdaş felsefenin başlatıcıları olarak Almanya’da Edmund Husserl’in, Fransa’da Henri Bergson’un adı anılabilir. Bergson’dan sonra Sartre’da son derece edebî bir usluba bürünmüş bulunan Fransız felsefesi, parlak edebî hünerlerin yanı sıra, Ada’da egemen olan çözümsel disiplinden uzak bir özgürlükle teori kurma özelliğine sahip olur. Foucault, Ada felsefesindeki çözümleyici üslubun katılığından ve sıkıcılığından ziyade, Kıta felsefesinin iki önemli temsilcisi olan Bergson’un ve Nietzsche’nin felsefî uslubundan gelen canlılığı işleyen bu geleneğin içinde yer alır.

Foucault’nun Bilgi Sistemleri’ni arkeoloji, İktidar Biçimleri’ni soykütüğü, Kendilik İlişkisi’ni etik ile dile getirdiği üç anahtar sözcüğünün de arkeoloji, soykütüğü ve etik olduğu çok açıktır. Arkeoloji söylemsel pratiklerin düzeyini tespit etmeye ve bu pratiklerin gerçekleşmesi ve dönüşmesine ilişkin kuralları ortaya koymaya çalıştığı halde, soykütüğü söylemsel pratiklere uygun olan iktidar güçlerine ve ilişkilerine bağlanır. Yetmişli yıllardan itibaren Foucault’nun düşüncesinde, soykütüğü arkeolojinin yerine geçmekten daha çok, söz konusu çözümlemenin sınırlarını genişletir. Onun düşünce hayatının içini dolduran çözümlemelerinin üçüncü eksenini gösteren etik, insanın “kendi kendisiyle ilişki”sinin incelenmesidir. Bilgi sistemleri ile arkeolojiyi “doğruluk”, iktidar biçimleri ile soykütüğünü de “iktidar” kavramıyla ilişkilendiren Foucault, kendilerinden soykütüğünün mümkün üç ekseni olarak söz ettiği doğruluk, iktidar ve etikin her üçünün biraz karışık bir biçimde Histoire de la folie à l'âge classique (Klâsik Çağda Deliliğin Tarihi) isimli eserinde, “doğruluk ekseni”nin Kliniğin Doğuşu ve Bilginin Arkeolojisi’nde, “iktidar ekseni”nin Surveiller et Punir (Gözetlemek ve Cezalandırmak)’de, “etik ekseni”nin ise Histoire de la sexualité (Cinselliğin Tarihi)’de incelendiğine dikkat çeker.

Düşünce hayatının birinci, ikinci ve üçüncü dönemlerinin arkeolojik, soykütüksel ve etik ağırlıklı olduğunda kuşku bulunmayan araştırmalarını özellikle Klâsik ve Modern çağlar üzerinde yoğunlaştırmış olmakla birlikte, üçüncü dönemindeki etikle ilgili çalışmalarını yürütürken, Foucault’nun Grek ve Roma çağının ahlâk ve etik anlayışlarından beslenmek ihtiyacını duyduğu, özellikle Cinselliğin Tarihi’nde çok açık olarak kendini gösterir. Onun ilk kitabından en son yazdığı eserine kadar düşünce hayatına egemen olan kavramın iktidar olduğundan da kuşku duyulmamalıdır. Arkeolojik çözümleme olarak adlandırmakta hiçbir sakınca görülmeyen, düşünce hayatının birinci döneminde Foucault, gerçek bir özne olarak şu insanı her zaman merkezine aldığı söylenen aydınlanma ve modernliği, genelde alışılagelinenin aksine, onyedinci yüzyıl rasyonalizminin ve cevherci metafiziğinin en önemli ismi olan Descartes ile değil, onsekizinci yüzyılın sonlarında yaşamış ve yaptığı kritik çalışmalarıyla insan aklının hem ontolojik, hem epistemolojik hem de aksiyolojik anlamdaki sınırlarını göstererek, düşünce tarihinde gerçekten hak ettiği yeri fazlasıyla almış bulunan Kant ile başlatır.

Gerçekten, Foucault için, insan ve insana ilişkin konular ve problemler üzerine bilgikuramsal, dilbilimsel, ekonomik ya da ahlâksal vb. söylemler söz konusu olduğunda, modern olmak bu söylemlerin kesinlikle sonsuzluk bağlamında temsil üzerinden değil de, dünya içinde bir varlık olan şu insan üzerinden sonluluk bağlamında yapılmış olmasına bağlıdır. Oysa Foucault’nun, klâsik çağ dediği onyedinci ve onsekizinci yüyılın Descartes, Spinoza, Leibniz, Locke, Hume ve Berkeley gibi büyük filozoflarının bütün söylemlerinin sonsuzluk bağlamında temsil üzerinden yapılmış söylemler olduğu konusunda hiçbir kuşkusu yoktur. Üstelik, ondokuzuncu yüzyılda, Foucault için görmezlikten gelinmesi asla mümkün olmayan, düşünce sistemleri tarihine gerçekten damgasını vuracak nitelikte önem arz eden belirli epistemik kopuşlar yaşanmıştır. Her birini farklı bir tarihsel a priorinin ya da epistemenin belirlediği, bilgikuramsal anlamda birbirinden kopuk ayrı ayrı tarihsel dönemlerden söz eden Foucault’nun tarihle ilgili en temel kavramı süreksizliktir. Klâsik çağda bu kavram tarihi ortadan kaldırıcı nitelikte bir anlam taşırken, modern çağdan itibaren tarihsel çözümlemelerin temel un-surlarından biri haline gelir. Klâsik çağda doğada sürekliliğin egemen olduğu fikrine inanılırken, Foucault ondokuzuncu yüzyılın doğasının canlı olduğu ölçüde süreksizleşeceğinin altını çizer ve temsi-lin sürekliliği ile varlığın sürekliliğini birbirine bağlayan klâsik çağın hem ontolojik hem temsilî nitelikte olan bu dokusunun modern çağla birlikte parçalandığını, dolayısıyla sürekliliğin yerini süreksizliğin aldığını öne sürer; benzer değişimler dilde ve ekonomide de görülür.

Foucault’nun çalışmalarına bütünlük içerisinde bakıldığında, onların bir labirenti oluşturmadıkları, karanlık yollara dalmayı gerektirmedikleri, pek çok konu ele alınmış olmakla birlikte, otuz yılda ortaya konulmuş bulunan bu çalışmaların tutarlı bir gövde oluşturduklarında da kuşku yoktur. Klâsik çağda yaşama ilişkin çözümlemeler Doğa Tarihi alanında gerçekleştirilirken, modern çağda biyolojinin alanında ortaya çıkar. Aynı şekilde, emekle ilgili çözümlemeler yine klâsik çağda Servet Analizi olarak adlandırılırken, modern çağda iktisat politikası adını alır; dil klâsik çağda Port-Royal Gramercileri’nin biçimlendirdikleri Genel Dilbilgisi’nin inceleme konusu olurken, modern çağda filolojinin çözümleme alanında yer alır. Ondokuzuncu yüzyılın başında gerçekleşen söz konusu epistemik kopuştan önce, Foucault’nun yaşam, emek ve dil alanlarında henüz bir bilgikuramsal bilince sahip olmadığından dolayı var olmadığını söylediği insan ve insana ilişkin bilimler ancak modern dönemde insanın bilginin hem öznesi hem de nesnesi olarak sözü edilen bilince kavuştuktan itibaren ortaya çıktığı düşünülür.

İnsan ve insan bilimlerine ilişkin düşünceler, Foucault’nun arkeolojik çözümlemesinin ağırlık merkezini oluşturduğu söylenebilir. Modern çağın başlangıcına kadar fiziksel olarak değil de, bilgikuramsal anlamda insan var olmadığı için insan bilimleri de doğamamıştır. İnsan bilimlerinin modern çağın başlangıcı olan ondokuzuncu yüzyıldan itibaren doğduklarına inanmakla birlikte, Foucault yine de onlara bilimler sınıflamasının içinde belirli bir yer verme olanağını bulamaz; onların üç boyutlu bilgikuramsal alanın her yanına dağılmış ve öteki bilimlerin küçük aralıklarında ancak yer alabilmiş olduklarını söylemekle yetinir. Bugün her birine kendi başına bağımsız bir bilim gözüyle bakılan psikoloji, sosyoloji, biyoloji, iktisat ve filoloji gibi insanın değişik yönleriyle doğrudan ilgili bulunan bu bilgi alanlarına hangi anlamda kendi başına bağımsız bilim gözüyle bakılacağının henüz bilinmediğini öne süren Foucault, bunlara yine de insan bilimleri adının verilebileceğini söyler. Onun, insan bilimlerinin insana yaşadığı, ürettiği ve konuştuğu ölçüde yöneldiği, dolayısıyla söz konusu bilimlerin yerinin yaşam, emek ve dil ile şöyle veya böyle bir ilişkisi bulunan bilimlerin sınırında ancak bulunabileceği fikrinde olduğu çok açıktır.

KAYNAKÇA

Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler, Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Kitabevi, 2001.

Urhan, Veli. Michel Foucault ve Düşünce Sistemleri Tarihi. İstanbul: Say Yayınları, 2013.

Yazar : Veli Urhan (Ankara Hacı Bayram Veli Üni., Emekli)