bellek
[Alm. Gedächtnis ] [Fr. mémoire ] [İng. memory ] [Lat. memoria ] [Es. T. hafıza ]
Genel tanımı. 1. Geçmişte yaşanan deneyimlerin sonraki süreçlerde de anımsanmasını sağlayan zihinsel yeti. 2. Tüm izlenimlerimizin ve algılarımızın yeniden bir bilinç düzeyine çıkarılmasını sağlayan bilişsel süreç. 3. Yeniden kullanıma hazır hale getirmek için bilgilerimizi saklandığımız ortam.
Tarihsel süreçler içerisinde belleğin konumlandırılması. Bellek, Antik dönem, Ortaçağ ve modern dönem olarak üç farklı tasarım ile karşımıza çıkmaktadır. Antik çağda bellek, bilginin kökeninin geçmişle ilgili olduğu fikrinin odağına yerleştirilmiştir. Bu anlamda geleceğe ve şimdiye hakim olmanın temelde geçmişte yaşanan şeyleri bilmekle mümkün olduğu ileri sürülmüştür. Bu da geçmişe yönelik güçlü bir belleğin gelecekte olacak olanı anlamamızı veya bir fikir yürütmemizi sağlayan en önemli unsur olmasını sağlamıştır. Ortaçağ dünyasına geldiğimizde ise Batı Roma’nın yıkılışı ile birlikte süregelen antik kültürel miras büyük bir yıkıma uğramıştır. Bu durum artık belleğe sanat ve felsefe gibi ihtiyaçlardan ziyade dini değer ve erdemleri anımsatmayı sağlayan bir şeye dönüşme yolunu açılmıştır. Ancak belleğin bilgeliğin veya dinsel öğelerin bir parçası şeklindeki ele alınışı modern dönemin ilerlemeci anlayışıyla birlikte köklü bir değişim geçirmiştir. Modern dönemde bellek artık bilimsel araştırmanın esas unsurudur. Böylece, zihinle birlikte, biyolojik yapıya ait fiziksel süreçlerin bir parçası olarak ifade edilmeye çalışılır hale gelmiştir.
Epistemolojinin konusu olarak bellek. Felsefe tarihinde bilgi ve bellek çoğu zaman birbirinden ayrılmayan iki temel kavram olmuştur. Bunun sebebi bilgi dediğimiz faaliyetin geçmiş ile olan birikimsel gelişiminden kaynaklanmaktadır. Diğer bir değişle, bilgiye ilişkin hiçbir faaliyetimiz geçmişteki deneyimlerimizden ve yürüttüğümüz mantıksal yargılardan bütünüyle ayrılacak kadar bağımsız bir çaba olarak görülmemiştir. Dolayısıyla bilginin, akılda tutulmak ve yine bu faaliyet yardımıyla istenildiği zaman hatırlanıp işlenilmek için bir mekana, yani belleğe ihtiyaç duyduğu düşünülmüştür. Ancak bilgi söz konusu olduğunda bellek gibi bir ihtiyacı felsefe tarihinde daha çok sistemli bir şekilde ele alan ilk filozof Platon’dur. Platon, idealar kuramıyla birlikte iki tür bilgiden bahsetmektedir. Bunlar doksa ve epistemedir. Doksa, duyu organlarımızla algıladığımız mevcut dünyanın bilgisidir. Platon doksaları kesin şeyler olarak kabul etmediği için bunları esasında bilgi olarak da kabul etmez. Platon’da kesin olan tek şey ideler dünyasından edindiğimiz bilgilerimizdir. Bunlar epistemedir ve asıl bilgidir.
Episteme idealar dünyasına ait olmasına rağmen Platon bunları bellek yardımıyla görünüşler dünyasına taşır. Ona göre sahip olduğumuz tüm bilgiler (episteme) zaten idealar dünyasında bize verilmiştir. Bunların görünüşler dünyasında ortaya çıkarılması bellek yardımıyla gerçekleşir. Menon diyaloğunda bir köleye geometri sorusu çözdürme örneğiyle Platon bunu geniş bir şekilde ele almaktadır. Zaten ona göre tüm araştırma ve öğrenme faaliyetlerimiz aslında belleğimizde var olan şeylerin bir anımsanmasıdır. Anımsama (Yun. anamnesis; ἀνάμνησις) yeni bir şey değildir. Sadece idealar dünyasında edindiğimiz şeylerin belli koşullar altında yeniden gün yüzüne çıkmasıdır.
Platon’un tüm bilgilerimizin aslında sadece bir anımsama olduğu fikrine karşı çıkan Aristoteles de belleğin nesnesinin geçmiş olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, bellek sahibi tüm varlıklar bir algılamaya sahiptirler. Ancak algılamada duyumsama söz konusu olsa da duyumsamada bir anımsamanın söz konusu olduğunu söylememiz mümkün değildir. Anımsama ancak ve ancak önceki deneyimlerle ilişkilidir. Aristoteles burada önceki deneyimleri Platon’daki gibi idealar dünyası gibi bir yerden almak yerine anımsama için söz konusu olan nesnenin kendisinden alır. Ona göre, bizler nesnelerden çeşitli duyusal formlar alırız. Bu duyusal formlar duyu organları ile onun nesnesi arasında cereyan eder. Bu sayede duyumsanan bir nesnenin sonraki süreçlerde anımsanması söz konusu olabilmektedir. Aksi taktirde eğer duyumsanan nesneden herhangi bir form alınmazsa bir kopukluk yaşanıp yeniden deneyimlenen bir nesnenin anımsanması mümkün olmaz.
Kişi özdeşliği ve bellek. Bellek epistemolojinin konusu olmasının yanı sıra yaşam dolu olma ve var olma anlamlarıyla bağlantılı bir şekilde de ele alınabilir. Felsefe tarihinde belleği bu bağlam içerisinde ele almanın özellikle kişi özdeşliği tartışmalarında yoğun bir şekilde işlendiği görülmektedir. Kişi özdeşliğinde, özdeşlik, Locke’un ifade ettiği gibi, bir şeyin aynı zaman dilimi içerisinde iki ayrı yerde bulunamaması ile ilgilidir. Eğer bulunursa o artık özdeş olmadığı gibi aynı zamanda tek bir şey olmaktan da çıkıp iki ayrı şey olur. Yani o artık başka bir şeydir. Bu durum herhangi bir nesne için söz konusu olduğunda içinden çıkılması daha kolaydır. Ancak bireye geldiğimizde özdeşlik karmaşık bir hal almaktadır. Bunun sebebi bir bireyi kendisi ile özdeş kılan şeyin ne olduğu problemidir. Bunu bir soru ile açıklayalım. Belli bir zaman dilimi içerisinde gördüğümüz bir bireyin aradan uzun bir zaman geçtikten sonra halen aynı birey olduğunu kabul etmemizi sağlayan şey nedir? Bu durumun tartışma yaratmasının sebebi bir bireyin gördüğümüz herhangi bir nesne gibi olmamasından kaynaklanır. Bir birey bilindiği gibi belli bir süreç içerisinde fiziksel ve ruhsal anlamda belli değişimler geçirmektedir. Bazen daha önce tanıdığımız bir kişiyi yeniden gördüğümüzde onu neredeyse tanıyamayacağımız kadar büyük bir değişim geçirdiğini gözlemleriz. Bu durumda bireyde yaşanan bu değişimlere rağmen onun halen aynı kişi olduğunu düşünmemize ne sebep olmaktadır? İşte kişi özdeşliğinde belleğin önemi bu tartışmalara cevap aranmasıyla başlar.
Locke kişi özdeşliğini doğrudan bilince ve belleğe indirgemektedir. Ona göre geçmişte gördüğümüz bir bireyin şu andaki bir birey ile özdeş olduğunu kabul etmemiz ilkin onun gerçekleştirmiş olduğu faaliyetleri belli bir bilinç düzeyi ile yerine getirmesiyle mümkün olabilmektedir. Bu durum bireyi kendi politik ve ahlaki eylemlerinin sorumlusu yaptığı gibi aynı zamanda onun diğer bireylerden farklı olduğunu yani kendisi ile özdeş olmasını da sağlamaktadır. Locke buradaki bilinçlilik faaliyetini adli (forensic) bir kavram olarak görmektedir. Kişi özdeşliğinde bellek ise kendisi ile özdeş olarak ifade ettiğimiz kişinin iki farklı zaman dilimi içerisindeki zamansal kopukluğunu ortadan kaldırır. Bu sayede zamansal kesitler olsa da aynı bellek faaliyetiyle kişinin bütüncül bir şekilde ele alınmasını sağlar. Aksi taktirde kendisi ile özdeş olarak kabul ettiğimiz bir kişinin süregelen yaşamsal deneyimlerinden kendisine kalan hiçbir şeyin belleğinde bulunmaması onun aynı kişi olduğunu iddia etmemizi sağlayan şeyi güçleştirir. Yani bir diğer ifade ile söylersek bellek, kendisi ile özdeş olarak kabul ettiğimiz kişinin yaşamsal deneyimlerindeki algılar arasında bir bütünlük kurmasının olanağını yaratarak onu aynı kişi olarak kabul etmemizi sağlar.
Locke’un kişi özdeşliğini, bilincinde olmaklılığımıza indirgemesine karşın Hume “kendi”liğin izlenimlerden türediğini ifade ederek bu duruma itiraz eder. Ona göre hiçbir izlenimimiz yaşamımız boyunca istikrarlı bir şekilde aynı kalamaz. Fakat özdeşlikte “kendi”liğin aynı olarak kalabilmesi için bir şeylerin değişmeden kalması gerekir. Hume bu noktada belleğin önemine vurgu yaparak özdeşlik ile ardışıklığın karıştırıldığını düşünür. Bir kişi üzerinden örnek verirsek; bu kişi her şeyden önce zamanın akışıyla birlikte belli değişimler geçirir. Fakat bu değişimler aşama aşama gittiği için bizler bu değişimin farkına bile varmayabiliriz. Değişim içerisinde tüm parçalar her şeyden önce birbirine bağlıdır. Bu bağlılıkta da zihnimiz önemli bir rol oynar. Hume’un ifade ettiği haliyle zihnimiz burada algıladığı şeylerdeki kesintileri göz ardı eder ve tam da bu sebeptendir ki “kendine özdeşliği” yükleme eğilimine girer. Ancak zihin algılarında zaten bütünüyle bir ardışıklık söz konusudur. Bu ardışıklığı birbirine bağlayan önemli bir unsur olarak bellek devreye girer. Bellek bir özdeşliğin sağlanması için geçmiş algıların imgelerini uyandırarak bunlarla mevcut algılarımız arasında bir andırım ilişkisi kurulmasını sağlar. Öte yandan daha önceki algılarımızdan kopuk bir algılama ise özdeşlik kurmanın kendisini ortadan kaldırır.
KAYNAKÇA
Aristoteles, Ruh Üzerine, Çeviren Zeki Özcan, Bursa: Sentez Yayınevi, 2018.
Demiriş, Bedia, “Mnemosyne’den Memoria’ya Antik Çağ Belleği”, Navisalvia Sina Kabaağaç’ı Anma Toplantısı, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınevi, 2009, ss. 2-9.
Detienne, Marcel, Arkaik Yunan’da Hakikatin Efendileri, Çeviren Adem Beyaz, İstanbul: Pinhan Yayınevi, 2012.
Draaisma, Douwe, Bellek Metaforları, Çeviren Gürol Koca, İstanbul: Metis Yayınları, 2019.
Hume, David, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çeviren Ergün Baylan, Ankara: BilgeSu Yayınevi, 2009.
Locke, Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çeviren Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2004.
Platon, Menon, Çeviren Özlem Bayoğlu, İstanbul: Pinhan Yayınevi, 2018.
Platon, Phaidon, Çeviren Ahmet Cevizci, İstanbul: Gündoğan Yayınevi, 2011.
Uslu, Serdar, "Arkaik ve modern bir tasarım olarak geçmiş kavramı". Kutadgubilig: Felsefe Bilim Araştırmaları, 22, 2012, ss.189-201.
Yazar : Mehmet Şirin ÇAĞMAR (Dr.)